Bazen ne hastalıklar yıkar insanı ne de maddi imkânsızlıklar. Ne yolun uzunluğu yorar insanı, ne de hayatın bir türlü bitmeyen gelgitleri. İnsanı en çok, en sessiz, en derinden umut yorar. Çünkü umut, bir yandan insanı hayata bağlayan görünmez bir iptir, öte yandan gerçekleşmeyen her gün, insanın yüreğini sıkıştıran ağır bir yüktür.

Umut, insana “Belki yarın” diye fısıldar; o yarın gelmedikçe de zaman ağırlaşır, adımlar yavaşlar. Yaşanılması mümkünken yaşanamayan şeylerin ağırlığı, insanın kalbine usulca çöker. Bazen bir bakışın, bazen bir ihtimalin, bazen de bir kelimenin ardında saklı kalan o eksik tamamlanmamışlık hâli, yüreğe ince bir sızı gibi yerleşir. Çünkü insan, hiç sahip olmadığının değil, sahip olabileceğini düşündüğünün kaybıyla daha çok yaralanır.

Zaman geçer… İnsan bekler… Bekledikçe yorulur ama yine de vazgeçemez. Çünkü umut, çoğu zaman bir acıdan ziyade bir alışkanlıktır. İnsan, belki de en çok umut ettiği şeye değil, umut etme hâlinin kendisine bağlanır. O ihtimalin sıcaklığı, gerçekleşmediği hâlde içini ısıtır; gerçekleşmediği için de içini acıtır. Bu çelişkinin içinde büyür insan; biraz eksilir, biraz olgunlaşır, biraz da kabullenir.

Ve bazen bir an gelir, umut etmek bile yorucu olur. İnsan, iç sesinden “Artık bırak” diyen bir fısıltı duyar. Fakat hemen ardından bir başka ses, çok daha derinden gelir: “Dayan, belki…” İşte insanı en çok bu iki ses arasındaki mücadele yorar. Biri vazgeçmeyi, diğeri devam etmeyi öğütler; kalp ise her ikisine birden tutunur.

Sonunda insan anlar ki, umut aslında ne tamamen bir nimet ne de tamamen bir yük. O, insanı taşıyan da olabilir, içine çeken bir girdap da. Ama her hâlükârda insanın kalbine yön veren, adımlarına anlam yükleyen bir güçtür. Umut bazen sızlatır, bazen iyileştirir; bazen tüketir, bazen de yeniden başlatır. Ve insan, her şeye rağmen yaşamayı seçtiği sürece, umudu da yanında taşımayı seçer. Çünkü umut yorar… evet. Ama yine de insanı hayata en sağlam bağlayan şey, çoğu zaman tam da bu yorgunluğun kendisidir.