Rüzgârın tenimize değdiği o ince serinliği bilirsiniz… Ne tam dokunan ne de tamamen çekilen, arada bir yerde duran o his. Bazen insanlarla kurduğumuz bağ da böyle olur; görünmez ama derinden hissedilir. O yüzden bazı konuşmalar vardır ki rüzgârın tenimize dokunuşundan daha sahici, daha içli gelir.
Son zamanlarda fark ediyorum ki insanlar anlaşılmak için eskisi kadar konuşmak istemiyor. Kelimeler yorulmuş gibi… Hatta kimi zaman, anlatmak için seçip yan yana dizdiğimiz cümleler, içimizde taşıdığımız duyguların yanından bile geçemiyor. Çünkü anlaşılma isteği, dilimizden değil, sadrımızdan yani gönlümüzün en derin yerinden yükseliyor.
Modern hayatın gürültüsü arasında sessizlik bir lüks hâline geldi. Fakat asıl paradoks şu: En çok sessizliğe ihtiyaç duyduğumuz anda, en çok anlaşılmak istiyoruz. Kimseye yüksek sesle “Beni dinle” demeden, “Anla” diye haykırmadan, sadece varoluşumuzla okunmak… Bir bakıştan, bir tereddütten, hatta bazen bir susuştan anlaşılmak…
Belki de sorun şu: Biz konuşmayı iletişim sanıyoruz, oysa birçok insan artık kelimeler yerine hissedilmek istiyor. Bu yüzden sohbetler yüzeyde dolaşırken, asıl konuşmalar içimizde yapılıyor. Ve ne ironiktir ki, çoğu zaman karşımızdaki kişi bizi en çok sustuğumuz yerden tanıyor.
Hayatın hızlandıkça duyguların derinliği kaybolur sanıyoruz ama tam tersi: Koştukça yorgun düşen ruhumuz, daha çok anlaşılma talep ediyor. Belki de birbirimize verebileceğimiz en büyük hediye, acele etmeden dinlemek değil; kelimelerin altını okumayı öğrenmek.
Çünkü bazen bir kelime değil, bir nefes; bir cümle değil, bir duruş anlatır insanı. Ve belki de en çok o zaman anlarız: Konuşmak bir ihtiyaçtır ama anlaşılmak bir lütuftur.