Gecesi olmayan bir gün, yarını olmayan bir gece geldiğinde… zamanın akmayı bırakıp seni yüzünle baş başa bıraktığı o eşikte durduğunu hayal et. Paranın, makamın, dost bildiklerinin gölgeler gibi senden uzaklaştığı; güç sandığın şeylerin birer yanılsama, tutunduğun dalların ise kuru birer çalı olduğu anı düşün. Karanlığın içinden güneşin bile buz kestiği, anlamın çözüldüğü, hakikatinse bir bıçak gibi yüreğine dokunduğu zaman dilimini…
İnsanların birbirinden kaçtığı o büyük yalnızlıkta, ertelediklerin kapını çaldığında ve kaçışın tükendiğinde, kendi kaderinin mimarı olduğunu fark ettiğinde… Vesvese veren bile küle dönmüşken, “Seni ben getirmedim, sen yürüdün.” diyen o sessiz hakikatin karşısında suçlayacak kimseyi bulamayıp kendinle yüzleştiğinde… Hiç düşündün mü, o an seni hangi düşünce ayakta tutacak?
Yapmadığın ibadetler, ihmal ettiğin erdemler, gizlediğini sandığın hataların varlığın üzerine gölge gibi düştüğünde; kul hakkı bir mahkeme gibi önünde dikildiğinde ve kalbin, niyetlerinin kirine ayna tuttuğunda… Dilinin sustuğu, ama ellerinin, gözlerinin ve adımlarının konuştuğu o büyük hesap anında… Nefse hoş geleni özgürlük sandığın, her yanlışı “Nasıl olsa affedilir” diye aklına uydurduğun o bahanelerin ardında ne kadar çıplak kalacağını hayal edebiliyor musun?
İnsanın en büyük yanılgısı, ebediyeti ertelenebilir sanmasıdır. Oysa hayat su gibi akar; düşünceler, seçimler ve ihmal ettiklerin de suya yazılmış sözler değildir. Zaman, sana ait olmayan ama sürekli tükettiğin tek sermayedir. Ve gün gelir, ömür tükenir ama karşılığında bekleyen hakikat tükenmez.
Belki de asıl soru şudur: Bugün yaptığın seçimler, yarın yüzleşeceğin hakikate dayanabilecek kadar sağlam mı? Dön kendine… Çünkü insan, çoğu zaman kendini terk ettiğini en son fark eder. Ve ne acıdır ki, pişmanlığın kapısı kapanınca, dönüşün de anlamı kalmaz. Henüz nefes alıyorken, düşün; çünkü düşünmek, insanın kendine attığı ilk adımdır. Ve belki de kurtuluş, o ilk adımın ardındadır.