İnsanlık bir doğuşun içinde, varlık içinde bir anlam kurmanın yoluydu. Elbet inşa plan yapar ama kaderi usulca gülümserdi. Bizler hep planın peşinde koşarken yüce Yaradan’ın emir ve yasaklarını hep göz ardı ediyoruz. Sonucu hüsran olan bir dünyaya çabalıyoruz.

Oysa unuttuğumuz bir gerçek var; anlam, dışarıda arandıkça uzaklaşır, içe döndükçe serpilen bir hakikattir. İnsan ne kadar koşarsa koşsun, varlığının merkezine Rabbini koymadıkça huzuru tadamaz. Çünkü dünya; emanet, ömür; sınav, kalp ise bir limandır. Ve biz o limanı dolduracak doğru gemileri seçmediğimiz sürece, sahte umutların fırtınasında savrulmaya mahkûmuz.

Belki de yol, çok uzağımızda değildir. Belki de aradığımız sükûnet, tevazu ile secdeye varan bir yürekte, şükürle açılan bir elde, sabırla taşınan bir imtihanda saklıdır. İşte o zaman anlarız ki gerçek zafer, dünyayı fethetmekte değil; nefsimizi terbiye etmekte gizlidir.

Ve insan, zamanla anlar ki gerçek yolculuk ayaklarla değil, kalple yapılan bir yürüyüştür. Gözlerimizin gördüğü âlem geçicidir; asıl görülecek olan, kalbin perdesi aralandığında ortaya çıkan hakikattir. Ama biz, çoğu zaman gölgelerin peşinde koşar, ışığı unutmuş halde yaşamaya devam ederiz.

Nefsimiz bize özgürlük diye fısıldar; oysa gerçek özgürlük, teslimiyette saklıdır. Çünkü teslim olan esir değil; hakikatin kapısını aralamış olandır. Dünya bize vaatlerini sunar: güç, makam, servet… Fakat hepsi birer serap, hepsi birer imtihan. Ve biz, çoğu kez farkında olmadan o serabın içinde kaybolur, su diye toprağı avuçlarız.

Ne zaman ki gönlümüzün sesine kulak verir, dünyanın gürültüsünü sustururuz; işte o zaman yürürüz hakiki yola. Rabbimizin bize sunduğu hikmet kapılarından biri açılınca, bir ışık düşer kalbimizin derinliklerine. O ışıkla varlık anlam bulur, keder sükûna kavuşur, insan insan olmayı öğrenir.

Çünkü insan olmak; sadece nefes almak değil, nefesin kaynağını bilmektir. Yürümek değil; yolun sahibini tanımaktır. Ve yaşamak; yalnızca dünya için değil, ebediyet için çabalamaktır.