Yıldızlar bir başka parlıyordu gecenin en derin sessizliğinde. Buhranlar sarıyordu yüreğinin en sığ köşelerine; insan ya bu, ummanlarla dalarken hep imkansıza dalıyordu. Olan da elbet hayır vardı, bunu bilmiyordu.

Belki de bilmemenin huzuru, bilmenin ağırlığından daha hafifti. Çünkü insan, hakikatin yükünü taşıyabilecek kadar güçlü ama onun anlamını çözebilecek kadar bilge değildi. Her adımında biraz daha kendine yaklaşır gibi olur, ama vardığı yer hep bir başka bilinmezlik olurdu.

Karanlık, aslında yokluğun değil; varlığın en saf hâliydi. Çünkü ışık ancak karanlıkla anlam bulur, sessizlik ancak gürültünün ardından değer kazanırdı. İnsanın içinde de böyleydi her şey: her acının arkasında bir bilgelik, her kaybın ardında bir doğuş saklıydı. Ama biz, acının yüzüne bakmaktan o anlamı göremezdik.

Belki de insanın en büyük yanılgısı, hayatı düz bir çizgi sanmasıydı. Oysa hayat, daireler çizerdi; her başlangıç bir sona, her son da bir başka başlangıca dokunurdu. Bazen kaybetmek, bir yoldan çıkmak değil; başka bir yola yönelmenin işaretiydi. Ve bazen susmak, pes etmek değil; anlamın kendisine dönüşmekti.

O gece yıldızlara baktığında, kendi varlığının küçüklüğünü değil, evrenin sonsuzluğunu hissetti. Çünkü her insan, kendi iç evreninde bir galaksidir — kimi yıldızını kaybeder, kimi yeni bir ışık yakar.

Ve anladı: aslında hayat, çözülmesi gereken bir bilmece değil; yaşanması gereken bir tecrübedir. Her acı, insanın içine kazınan bir öğreti; her sevinç, o öğretinin nefes aldıran yanıydı.

İşte o an, kalbinde bir dinginlik belirdi. Ne geçmişin pişmanlıkları ne de geleceğin kaygıları kaldı. Sadece o an vardı; yıldızlarla, sessizlikle, ve var olmanın sade hakikatiyle.