AĞABEYİMİN DİLİNDEN

            İki elimin arasına aldığım başımın ağrısı geceden beri devam ediyor. Genel anlamda birkaç sürmesine alışık olduğum şiddetli baş ağrılarımın iyileşme süresinde bir artış olduğunu bildiğim halde neden bu saate kadar sürdüğünü sorguluyorum.

            Kâh akşam katıldığımız düğündeki yemekle ikram edilen ayranın tuzunun dokunduğu, kâh son ses açılan müzik sesinin hiperacusiye neden olup kulak dengelerimi oynatmış olacağını düşünüyorum.

            Ama en çok hiçbir neden yokken aklıma getirmiş olduğum sorunların kafamda yumak olmasından kaynaklandığını da tahmin ediyorum.

            Geçmeyen baş ağrımın tedavisi için almış olduğum kuvvetli ilacın etkisiyle kafamı duvara dayayıp uzanmak istedim.

Ellerim başımdan yavaşça yana düştü, kafam sağ yana yattı ama oturuş şeklinden olsa gerek kum torbası gibi yığılan vücudumda istemsizce çenem de ayrıldı adeta. Omuzlarım sarktı, ayak topuklarım birbirine değecek gibi oldu ama başparmaklarım dışarıya doğru döndü.

Gözlerim kaydı. Önce tavana doğru bebekler uçuştu, sonra birbirine değmek istercesine yaklaştı.

Ne kadar kaldım bilmiyorum ama şiddetli ağrıdan olduğunu sandığım bir hal ile karşılaşmaya başladım.

Başım duvara dayalı, gözlerim kayık, vücudum olduğu gibi boşalmış kum tornası şeklinde oturur vaziyetteyim. Ama kendimi bir metre yukarıdan görüyorum. Biraz önceki ağrılarım gitmiş, sakinleşmiş, hatta o rahatlıkla derin bir uykuya dalmış gibi görünüyorum. Neden kendi gözümle değil de sanki başak bir gözle olayları görüyormuşum gibi geldiğini anlamış değil im!

Mutfakta galiba bana limon, bal, sıcak su karışımından şifa ilacı yapmak için uğraşan eşimin, “İstersen kalk biraz ben bunu hazırlarken sende dolaş açılırsın” deminse cevap vermiyorum. Neden cevap verecekmişim ki bu derin uykumu bölüp neden kalkacakmışım ki!

            Cevap vermememe sinirlenen “sanki öldün sesin çıkmıyor, senin hastalığın bile garip” diye söylendiğini duyuyordum. Ama cevap vermemek işime geliyor gibiydi. Demek artık söylenmesini yüzüme yapmak istemiş olmalı ki elindeki bardakla içeri girip yanıma kadar geldi.

Ben hala bir metre yukarıdan olanları izliyorum.

Gözbebeklerimin kayıklığı, çenemin açılması ve pelte gibi oturuyor olmamdan olsa gerek, sakin görünmeye çalışmış olsa bile “n’oluyor ne yapıyorsun ya beni korkutma” diye dokunuyor bana ama dokunması ile koca vücut yan tarafa adeta devriliyor.

İşte o esnada bir feryat kopuyor.

Hızlı geçiyorum.

Önce komşular, sonra evlatlar ve akrabalar yığılıyor. Kimi ağlıyor, kimi sadece bakıyor, kimi bir şeyler için koşturuyor.

Bir cami ve bir avlu.

Bir kaçar kişilik gruplar halinde avlunun her yanı dolmuş. Kimi birinden söz ediyor, iyi adamdı, askerdi, komutandı, başkandı, hocaydı gibi farklı özelliklerden söz ediyor. Kimi altın döviz hesabından, sıcaktan, mahallenin asfaltından, caminin eksiklerinden ve hatta kimi işi iyice konudan sapmış, kahvede kırmızı üçlü ile nasıl okey attığını ballandıra ballandıra anlatıyor.

Görüyorum herkesi.

Ben neredeyim falan derken caminin güney duvarına nerdeyse dayanmış bir musalla taşı, üzerinde Türk bayrağına sarılı bir tabut, ayak ve başucunda esas duruşta bekleyen iki ve kenarda bekleyen başında komutanı bir manga asker var.

            E bu kim ben neredeyim?

            Aha!

            Tabutun önünde bir resim var. Üniformalı bir resim. Bu benim. Benim yıllar önceki resmim. En son almış olduğum bröveyi de takmış, göğsümdeki tüm şerit rozet ve bröveler görünür şekilde çektirdiğim resim.

            Demek buradayım.

            Yahu bir dakika, daha yaş baş, yapılacak iş, evi restore edeceğiz, arabayı değiştireceğiz, torunlara sözüm var, tatile gideceğiz, umreye hacca Kâbe’ye seyahatimiz olacak demeden gittik demek ki.

            Gidip resmime baktım. Asker olduğum için töreni askerler yapıyor, asker, sivil, siyasetçi, hacısı hocası bir sürü kişi var. Bakalım camide kim var merakı ile süzüldüm camiye adeta bir görünmez kuş gibi. Bir sürü akraba, arkadaş gelmiş. Kürsüde hoca ölümü anlatıyor.

            Yaygın bir kanaate göre herkesin kıyameti kendi ölümüyle başlar.

İnsan, yaratılışının gereği ölümü hoş karşılamaz. Kur’an-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde dünyanın meşru nimetlerinden faydalanılması emredilmiş ve yeryüzünün imar edilmesi istenmiştir (el-Bakara 2/168, 172; el-Ankebût 29/17; el-Cum‘a 62/10). Hz. Peygamber de ölümün temenni edilmemesini tavsiye etmiş ve yaşamanın mümine hayır getireceğini belirtmiştir (Buhârî, “Daʿavât”, 30; Müslim, “Ẕikir”, 10, 13).

            İmam konuşurken kafalarda farklı düşünceler olduğu muhakkaktı. Belki başka şeyler ama en çokta cami içindekiler ölümü ve kıyameti düşünüyorlardır diye değerlendirdim.

            Sesini bir alçaltıp, bir yükseltip dışarıda musallada yatan “Ben” gibi olmadan önce insanları uyarmaya çalışan imam;

“Resûlullah Efendimiz (sav.) şöyle buyurmuşlardır:

“Yedi şey gelmeden evvel, Salih ameller işlemekte acele ediniz!

1. (İbadeti, helâl ve haram hudutlarını) unutturan fakirlik,

2. Azdıran zenginlik,

3. (Her şeyi) bozup perişan eden hastalık,

4. Aklı ve idraki zaafa uğratarak saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık,

5. Ansızın geliveren ölüm,

6. Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccal ve,

7. Kıyamet

            Kıyamet ise, belâsı en müthiş ve en acı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 3/2306)

            Hatta birçoğumuz “Madem 50 sene sonra dünya yok olacak, Çalışıp ta ne Yapayım  “Diyerek dükkânlarını bile açmazlardı. Açanlarda zengin olmak gayesiyle değil, Sadece zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için açardı.

Hâlbuki bizim kıyametimiz olan küçük kıyamet, Yani ölüm belki de 50 sene olmadan aşımıza kopacak. Biz öldükten sonra dünyanın yaşamasının ne Önemi var ki,  Yoksa biz dünyanın Kıyametinden korkuyoruz da, Kendi kıyametimiz Olan Ölümden Korkmuyor muyuz?

            Hem Hadis-i Şerif'te Resûlullah(sav) buyuruyor ki:

            'Akıllı kimse, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışandır.' [Tirmizi]

            Hoca bunları anlatırken kıyameti kopmuş (ben) henüz kıyamete hazır olmadığımı hissettim. Keşke namaz kılıp çokça oruç tutmuş olsaydım da hocanın dediği gibi hazır olsaydım diye düşündüm.

            Birden kabir azabı aklıma geldi. Ruh muydum ruhum muydu bilmiyorum ama her zerrem titremeye başladı.

            İki elim yanıma düşmüş, çenem kaymış vaziyette dalmış gitmişim demek ki eşimin “hadi şu limonu iç kendine gelirsin” sesi ile kendime geldim.

            Uyku tutmayıp bir yerinde ağrı varsa zaten sabahlar olmuyor. işte gece düşündüğüm kıyamet nasıl kopacak, kopunca ne olacak, geri dönüş nasıl olacak tüm bunları tıpkı hiç bitmeyecek sandığımız ama birkaç dakika süren hayat gibi yaşamış veya hissetmiştim.

            İnsanın kıyameti kendineydi. Ölünce bir daha geleyim, biraz daha yaşasaydım, şunu bunu yapaydım keşke…

            Yok, bitti işte.

            Başım mı ağrıdı yoksa kıyameti yaşamak için Rabbim bana bir yol mu gösterdi bilmem. Ama yaşadım kişinin kıyametini.

                Yaşadığı kıyameti hepimizin yaşayacağı ve o kıyamet kopmadan hazır olmayı bilmemiz gibi.

            Âlemlerin Efendisi (sav) şöyle buyurdu:

'Yeniden dirilme günü gün ferahlamak için şimdiden oruç tut. Kabir yalnızlığı için gece karanlığında iki rekât namaz kıl. Kıyametin büyük hâdiseleri için bir kere haccet ve muhtaca bir sadaka ver. Ya haklı yere bir söz söyle, yahut kötü bir söz söylemekten dilini alıkoy!'