Bazı çocuklar dünyayı bizim gördüğümüz gibi görmez.
Sınıfta herkes tahtaya bakarken, o çocuk pencereye dalar.
“Dikkati dağınık” denir belki.
Oysa dışarıdaki kuşun kanat sesinde bir merak, bir anlam arıyordur.

Her çocuk aynı hızda, aynı biçimde öğrenmez.
Kimi harfleri ters yazar, kimi sayılara hikâye katar.
Bazısı sorulara hemen cevap verir, bazısı önce sessizce düş kurar.
Ama biz, ne yazık ki hâlâ hepsini aynı çizgiye dizmeye çalışıyoruz.
Ve o çizginin dışına taşanı “yaramaz”, “dikkatsiz” ya da “farklı” diye etiketliyoruz.

Oysa bu farklılıklar bir kusur değil, bir işleyiş farkıdır.
Disleksi, eksiklik değil; beynin farklı bir öğrenme biçimidir.
Üstün zekâ ise bilgi fazlalığı değil, derin bir algıdır.
Bu iki tanım, zaman zaman aynı çocuğun içinde buluşabilir.
Bir çocuk hem harfleri karıştırabilir, hem de büyük fikirler kurabilir.
Yani aynı anda “zorlanan” ve “parlayan” olabilir.

Ebeveyn olarak en büyük sınavımız, çocuğu düzeltmek değil, onu anlamaya çalışmaktır.
Çünkü çocuklar “neden yapmıyorsun” değil, “ben seni görüyorum” cümlesiyle büyür.
Bir çocuğun potansiyeli, notlarında değil; ona nasıl bakıldığında gizlidir.

Bu köşede, etiketlerin ötesine geçip çocukların iç dünyasına birlikte bakacağız.
Disleksiyle, üstün zekâyla, duygusal derinlikle ya da sessizliğiyle bize “Ben buradayım.” diyen her çocuğun hikâyesine dokunacağız.
Belki de onları anlamaya çalışırken, kendimizi yeniden hatırlayacağız.

Özge Günel
Farketmek, bırakmanın ilk hâlidir.