0–6 yaş arası çocukları hep “küçük” sanıyoruz.
Konuşmaları yarım, kelimeleri eksik, dünya deneyimleri sınırlı diye…
Ama işin ironisi şu:
Biz onları okuduğumuzu sanırken, onlar bizi çoktan ezberliyor.
Bir yetişkin maske takabilir, duygusunu saklayabilir, kelimelerle kendini aklayabilir.
Ama bir çocuk?
Öyle bir radar sistemi var ki, NASA’nın bile geliştirmediği bir şey:
Duygusal sezgi.
0–6 yaş arası çocuk, konuşmayı tam bilmez ama annenin nefesindeki sıkışmayı anlar.
Oyuncaklarla oynarken aslında evdeki enerji akışını çözer.
Bir yetişkinin tonundaki milim kaymayı bile fark eder ama bunu “uygun” kelimelerle değil… davranışla söyler.
Ve sonra diyoruz ki:
“Bu çocuk neden böyle tepki verdi?”
Cevap çoğu zaman çok basit:
Çocuk, senin fark etmediğini fark etti.
Ben çocuklarla yaptığım çalışmalarda hep şunu görüyorum:
Bir çocuk oyuncak seçerken bile aslında bir duygu seçer.
Bir pipetin ucundaki topu şişirmeye çalışırken, nefesi sadece bir nefes değildir;
o anda içindeki güveni, sabrı, merakı, hatta korkusunu taşır.
0–6 yaş arası çocuklar bize şunu öğretiyor:
Büyüdükçe kaybettiğimiz duyusal zekâ, onların varsayılan ayarı.
Biz “çocuk öğreniyor” sanıyoruz ama aslında o yaşta çocuk kaydediyor.
Kimin yanında güvende olduğunu, kimin sesinin yumuşadığını, kimin gözlerinin karardığını, kimin evine gittiğinde nefesinin hızlandığını…
Hepsini kaydediyor.
Çünkü onların dünyasında beden dili, kelimelerden daha yüksek sesle konuşuyor.
Bugünün yetişkin sorunlarının çoğunun kökü de burada:
0–6 yaşında duygusunu söyleyemediği için içine atan çocuklar,
30 yaşında “ben niye böyleyim?” diye terapi odasında cevap arıyor.
Bu yüzden diyorum ki;
0–6 yaş çocuklarının hayatında gördüğümüz hiçbir davranış “tesadüf” değil.
Saldırganlık da sinyal.
Sessizlik de sinyal.
Aşırı hareketlilik de sinyal.
Ve hepsi tek bir soruyu soruyor:
“Beni duyuyor musun?”
Belki artık duymanın zamanı geldi.
Çocuklar bizden çok şey istemiyor.
Sadece onu hissettiğimiz bir bakış…
ve gerçekten var olduğumuzu söyleyen bir nefes.