Başlığı uygun seçtim mi seçmedim mi konusu yanında bir de sonuna soru işareti koymalı mıyım koymamalı mıyım, ayrıca soru işaretinden sonra üç noktayı ilave etmemin bir sakıncası var mı yok mu hususu zihnimi meşgul ediyor doğrusu. Dilimizin düzgün konuşulması ve yazılması, ayrıca gramerimiz ve imla kurallarımızın yerli yerince kullanılması hususu beni ziyadesiyle alakadar ediyor etmesine de, keşke tek derdimiz dilimiz olsaydı diyenleri ve diyecekleri de duyar gibi oluyorum.

Eşlerin yıllar geçtikte hem sureten hem de sireten birbirlerine benzediklerine dair anlatımları mutlaka duymuş, hatta görünüş olarak birbirlerine benzediklerine şahit olmuşsunuzdur. Ben bu anlatımlara kesinlikle inanıyorum, hatta son zamanlarda sıkça tecrübe etmeye başladım. Bu benzeşmenin kaç yılda husule geldiğini bilemem ve ölçemem, ancak kendimi ve eşimi dikkate aldığımda benzeşmenin yirmi yıldan sonra başladığını veya yirmi yıldan sonra birbirimize benzediğimizin farkına vardığımı söyleyebilirim. Bununla birlikte yıl üzerinden değerlendirme yapmanın yetersiz kalacağını, ne kadar çok birlikte olunur, konuşulur, tartışılır ve ortak bir karara varılabilirse, ayrıca yedikleri ayrı gitmez denilen türden aynı şeyler yenilirse benzeşmenin hızlanacağını, aksi halde ayrışmanın başlayacığını düşünürüm. Birey olarak her birimizin parmak izi, dil izi, göz retinası, DNA’sı ve diğer özelliklerinin farklılığı noktasında asgari bir bilgiye sahibim, bunun yanında her birimizin ayrı bir kokusunun olduğunu da biliyorum. Bunu sadece Parfume/Koku filminden bilmiyorum elbette, buna dair okumalarım da var. Kedi, köpek, koyun, inek, at, eşek gibi evcil hayvanlar yanında yabani hayvanların da kokuya çok önem verdiklerini, evcil veya yabani olsun hayvanların kendi hâkimiyet alanlarını çizme ve belirlemede kokularından yararlandıklarını gördüm ve görüyorum. Atalarımızın hayvanlar koklaşa koklaşa sözünü de unutmuyorum.

Öğrencilerime evliliklerinin ilk yıllarında çok dikkatli olmalarını, koku ve tat noktasında mukayese yapmamalarını özellikle tenbih ediyor ve hatta şeytanın kıyas yaptığından ötürü kaybettiğini söylüyorum. Kıyas dediğimiz konunun dini, hukuki, teknolojik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik, edebi gibi pek çok boyutu, temeli ve yöntemi bulunabilir, benim derdim bunlar değil, ben bu yazımda ekseriyetle tat ve koku üzerinden yürüyeceğim. Uzmanları dinliyorum, diyorlar ki: “Her insanın bir kokusu vardır ve bu koku hararetin daha yüksek ve yoğun olduğu bölgelerden, ayrıca parmak uçlarından çevreye yayılır.” Sivri uçların ısı kaybettiğini, el ve ayak parmak uçlarımız ile burnumuzun en fazla ısı kaybeden noktalarımız olduğunu küçüklüğümden beri biliyorum. Bunu bize hem ilkokulda söyledi öğretmenlerimiz, hem de bizler soğuk kış aylarında öğrendik bizzat yaşayarak. Dolayısıyla insanın kokusunun parmak uçlarından da yayıldığına inanıyorum. Annelerin ve eşlerin kendi kokularını yaptıkları hamur işlerine, salatalara, yemeklere aktardıklarını, böylelikle çocukları ve eşlerinin burunlarında, genizlerinde, damaklarında, gönüllerinde ve zihinlerinde fark edilir bir koku ve tat bıraktıklarını hep görmüşümdür. Bu koku giysilere, eşyaya, yatağa-yorgana ve yastığa, hatta rahmetli Kayahan’ın “Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi” şarkısında olduğu gibi odaya da yayılıyor. Mesela çocuklarımız küçükken ve ben yurtdışında bulunuyorken yattığım yastığı kokladıklarını söylerdi hanım. Eskiden sevenlerin mendil hediyeleşmeleri görüp hatırlanır olmak yanında kokunun karşı tarafa iletilmesine de vesile oluyor olmalıydı.

Yayılmanın ötesinde zihnimizde çivilenip kaldığı oluyor bazı kokuların. Sevdiklerine doyamadan kaybetmiş, hasretini çektiklerinin gamından gözleri yaşlı, hatta görmeyi kaybetmiş kimseler geliyor gözümün önüne. Cennet’ten kovulan hz. Adem ile hz. Havva, hz. Yakub, âşıklar, şehitler, kabristanlar, kimsesiz bayramlar, torunlar, hastane odaları, hapishaneler, kimsesizler ve adına huzur evi denilen yaşlılar yurdu gibi yalnızlık mekânları geliyor hatırıma. Buram buram, burcu burcu kokmalar ve saire…

Yeni evlenen erkekler şayet annelerinin yanında büyüdüler ve yine şayet annelerinin hazırladığı yemekleri yedilerse, üstüne bir de anneleri güzel ve lezzetli yemekler yaptılarsa onların çok daha dikkatli olmaları gerekiyor geçim hususunda. Zira nereden bakarsak bakalım yirmi yıllık bir tat ve koku ile karşı karşıyadır böyle erkekler. Hele bir de el bebek gül bebek büyümüş/büyütülmüş, sen dur, sen dersine çalış, sen kendini yorma denilerek mutfaktan uzak tutulmuş ve sofra hazırlamaktan alıkonulmuş bir kızla evlenmişse vay ki o erkeğe! Böylelerini anne ve babaları ileriki hayatına hazırlamamışlarsa ve oğullarına: “Oğlum! Sabırla koruk helva olurmuş”, “Sabrın sonu selametmiş”, “Gittiğin yer kör ise gözünü yum da bak”, “Çemende gezmekle zağ andelib olmaz, Tabib nicesin telef etmedikçe tabib olmaz” yollu atasözleri ve şiirleri öğretmedilerse; ayrıca eleştirme cesaretlendir, beğenmesen de yüzünü ekşitme ve çok güzel olmuş, eline koluna sağlık, harika olmuş gibi sözlerle iltifat et, çünkü marifet iltifata tabidir gibi ilm-i siyasete dair bilgileri aktarmadılarsa, bir de bütün bunların üstüne erkek halden anlamaz dil bilmez göçmel yörük ise, vay ki vay!

Yıllarca bir arada yaşamış, varlığı ve yokluğu görmüş, aynı havayı teneffüs etmiş, aynı dertle dertlenmiş aynı şeye gülmüş, aynı yemekleri yemiş kimselerin hem sureten hem de sireten birbirlerine benzemeleri kadar tabii bir şey olabilir mi? Mesela şu anda eşimle ben en üst basamağa çıkmış bulunuyoruz ya da en azından ben öyle zannediyorum: artık aynı şeyleri aynı anda düşünüyor, aynı şeyleri aynı anda canımız istiyor, aynı hızla hareket ediyoruz ibadetlerimizde. Fakat bütün bu aynileşmeye rağmen farklı olan taraflarımız da var elbette. Ben evin hazineden ve bütçeden sorumlusu olarak farklı düşünüp hareket ederken, eşim kilerden ve mutfaktan sorumlu olarak farklı davranıyor ve düşünüyor. O Yunanlı filozoflar gibi durağanlık taraftarı iken ben Çinli filozoflar gibi hareketten yanayım. O hareketsizliği önerir ve hiçbir şeyin değişmediğini ve değişmeyeceğini savunurken, ben her şeyin hareket hâlinde olduğunu ve bizim de hareketli olmamız gerektiğini iddia edip, neyin iyi neyin kötü olduğunu veya olacağını denemeden bilemeyeceğimizi söylüyorum. Yahu hocam! Neden Yunan ve Çin’den örnek veriyorsun, neden Türk’ten ve İslami dönemden söz etmiyorsun diyebilirsiniz. Ondan da örnek veririm elbette, Türklerin göçlerine ve kurdukları devletlerine, ayrıca İslam’ın yayılışına ve sahabe mezarlarına, ayrıca “İlim Çin’de de olsa arayın bulun” sözüne bakmamızın kâfi geleceğini söyleyebilirim, hatta bugünkü siyasete kadar da getirebilirim konuyu. Toplumun hangi kesiminin, hangi yaş aralığının hadiselere, geçmişe ve geleceğe nasıl baktığını da yorumlayabilirim. Fildişi kulelerinden ve cihannümalarından çevreye tepeden bakan, halkın içine girmeyen ama halkın nasıl düşündüğünü ve yaşadığını bir hikaye kitabı okur gibi anlatan, çarşıya pazara gitmeyen, seyahat etmeyen, insanlarla ilişkisini sınırlayıp para ve benzeri cansız ama herşeyi kıpır kıpır yapıp canlandıran meta ile ilişkilerini arttıran, paralarını yüzlük desteler hâline getirip etrafına lastik bandaj geçiren ya da külçe altın ve gümüşe, o da olmadı bitcoin’e, dövize, mala, arsaya, eşyaya çeviren ve her nasılsa her konudan anlayan ve her konuda söyleyecek sözü bulunan allame-i cihan görünen kimselerden daha fazla söyleyecek sözüm de var tecrübem de Allah’a şükür, ancak ben yine de mütevazı davranıp en az onlar kadar diyeyim dostlar.

Bir önceki paragrafta söz ettiğim Türk ve İslam konularında kısaca şunu da söyleyeyim. Atalarımız olsun Müslüman liderler ve onların peşinden gidenler olsun, oturdukları yerlerde kurmamışlar devletlerini. Sürekli hareket etmişler, sürekli yeni yerler keşfetmişler ve yeni şeyler denemişler, düşünmüşler, tartışmışlar, tartışmaktan korkmamışlar. Durağanlaştıkları anda da kaybetmişler ve kaybetmişiz. İnsanlık da öyle…

Richard E. Nisbett’in Doğulular ile Batılılar nasıl ve neden birbirinden farklı Düşünürler? DÜŞÜNCENİN COĞRAFYASI adlı eseri gençliğin ifadesiyle beynimi yaksa da okumaktan hoşlanıyorum. Yine Jared Diamond’un Tüfek Mikrop ve Çelik kitabını, Platform ve Körlük gibi filmleri önemsiyorum. Tüfek Mikrop ve Çelik kitabı Kemal Tahir ve Ahmet Ümit’in romanları, yine Yüzyıllık Yalnızlık kitabı gibi kalın, o sebeple okumasanız da iki saat yirmi dakika civarındaki belgeselini seyretmenizi öneririm. Büyük Düello filminin Orta Çağları ve insanını anlamak bakımından iki kez seyredilmesini düşünüyorum. Geleceği anlamak ve geleceğe hazırlanmak bakımından seyredilmesi gereken filmler ve okunması gereken kitaplar da var elbet, onlardan ileriki yazılarımda söz ederim inşallah.

Başlığa dönecek olursam, Ya Sonra? sorusu insanlık için çok önemli, çünkü insanlık bunu düşündüğü ve sorduğu için yerleşik hayata geçmiş, ziraate başlamış, ateşi-tekerleği ve yazıyı bulmuş, surları-şehirleri ve apartmanları inşa etmiş, coğrafi keşifleri gerçekleştirmiş, matbaayı icat etmiş, ateşli silahları imal etmiş, mikroplarla ve hastalıklarla mücadeleyi öğrenmiş, motoru-gemileri-tankları-uçakları ve füzeleri yapmış, atomu parçalamış, nükleer enerjiyi ortaya çıkarmış, gezegenleri tanımış, mikroskobu-telefonu-interneti vesaireyi keşfetmiş, bulmuş ve pek çok şeyi yapmış… Bu soruyu sorması gerekmeseydi bizler avcı ve toplayıcı olarak dolaşıyor olabilirdik. Gerçi hâlâ bugün avcı ve toplayıcı olarak iş yapanlar var.

Hafta sonu Çubuk’un Okçular, Hacılar ve Avcıoba gibi köylerine gidelim, Hacılar Şelalesi’ni görelim ve yaylalarına çıkalım dediğimde hanım durağanlık taraftarı olduğu için fikrimi önce kabul etmedi. Oğlanı evlendireceğiz, balkonda oturalım serin serin dedi ve kendince haklıydı da. El içine çıkacak, masraf yapacak ve belki de borçlanacaktık. Ancak olduğumuz yerde kalacak ve masraftan kaçacak olursak çevremizi tanımayacak, yeni yerler görmeyecek ve kişilerle tanışmayacak, bilgimizi ve görgümüzü arttırmayacak, tecrübe sahibi olmayacak ve ilerlemeyecektik. Birisinde kısa vadede diğerinde ise uzun vadede zarar edecek ya da tam tersi kâr edecektik. Neyse oğlum da benden yana olunca Pazar günü öğle namazından sonra hazırlığımızı yapıp 15:30’da yola çıktık.

Farklı mekânlarda Çankırı-Orta-Buğuören köylü iki kişiyle tanışıp konuştum. Yakın olmasına rağmen farklı coğrafya ve iklimler gördük. Okçular köyünden Hacılar köyüne geçerken içinde birisinin olduğunu farkettiğim bir bahçenin yanında durmasını söyledim oğluma. Selam verip konuşmaya başladım köylüyle. Hacılar köyündenmiş, yalnızmış, çocukları bahçeye gelmiyor ve meyve ağaçlarına bakmıyormuş. Usanmış ve bahçeyi yaptığına ağaçları diktiğine pişman olmuş bir görüntüsü vardı. Konuşmayı özlemiş, beni bırakmak istemiyor süreyi uzatmak için poşet vereyim vişnelerden topla da götür diyordu bana. Vişnelerin olgunlaşması için 15-20 gün var daha diye de ilave ediyordu. Süt-yoğurt-tereyağı ve peynir sorduğumda köylüler tereyağına 140 lira diyorlar, zaten yapan da yok artık, Ankara’dan daha pahalı köyler diye şikayet ediyordu. Belli ki Ankara’daki fiyatlardan haberi vardı amcanın. Hacılar Şelalesi’nden gelen suyun dereyatağında nevalelerimizi yedikten sonra Avcıoba köyüne doğru yola çıktık. Yolda bir ailenin yaptırdığı çeşme, mescit ve tuvaletten meydana gelen hayratta durup buz gibi suyundan içtik, ihtiyaç giderdik ve dua ettik aileye.

Avcıoba köyüne vardığımızda yolda yürüyen yaşlı bir erkek ile kadına selam verip de vişne, kayısı, elma gibi meyveler var mı diye sorduğumda vişneyi kaçtan alacaksın diye sordu bana amca. Ben de kaçtan satarsanız ondan alırım dediğimde, sen kaçtan alacağını söyle hele dedi. O zaman beni tüccar zannettiğini anladım ve ben beş altı kilo alacağım dediğimde burada kayısı elma olmaz, vişne de Ağustos ortasına doğru olur diye kısadan cevap verdi. Sütün, yoğurdun ve tereyağının bulunmadığını söyledi ihtiyar.

Avcıoba köyünde alacağımız birşeyin olmadığını öğrenince “ya sonra?” diye düşünüp daha ilerisine gidelim ve görelim diyerek Özlüce yönünü gösteren levhayı takip ettik. Farkına varmadan Ankara vilayet sınırından çıkıp Çankırı sınırına dâhil olmuşuz, Aydos Yaylasını geçmişiz. Yolda şehit olmuş bir polisin hatırasına/ruhuna arkadaşları tarafından yapılmış bir çeşme ve dikilmiş iki bayrak direği üzerinde sert rüzgarla dalgalanan iki bayrak gördük. Ruhuna okuduk şehidimizin ve tüm şehitlerimizin.

Özlüce köyü Çankırı ili Orta ilçesine bağlı, ancak bağlantısı Çankırı’dan ziyade Çubuk ve Ankara ile olan bir yerleşim yeri. Etraf çok güzel ve yeşillik, hava ise serin ve üşüten türden. Bu yıl Ankara’da bahar uzun sürdüğü ve henüz oralara yaz gelmediği için ekinler göğ, yani yeşil. Koyun olsun inek olsun hayvanların yayılması için epey otlak mevcut. Yaşadığı yeri bilmeyen, çevresini merak etmeyen, köyünden ötesini görmemiş ve tanımayan kimselerle de karşılaştık. Buna karşın piyasadan haberdar, fiyatların farkında olduklarını anladık. Muhtemelen şehre gidip gelenlerden, televizyonlardan ve ellerindeki akıllı telefonlarından öğreniyorlar havadisi. Niye geldiğimizi sorduklarında: “Merak ettik, gidelim görelim dedik ve öylelikle geldik” deyince çok şaşırdılar. “Allah Allah, gerçekten mi, sadece görelim diye mi geldiniz taa buralara?” diye şaşkınlıklarını ifade ettiler. Belki de inanmadılar, bizi piyasayı anlamak için gelen tüccar olarak gördüler, aynen Avcıoba köyündeki amca gibi.

Süt, yoğurt ve tereyağı dediğimde traktördeki adam kendilerinde kalmadığını, ancak yol boyunda bir evin kenarında oturan üç kadını göstererek onlara sormamı söyledi. Daha da olmazsa ileride caminin olduğu yerde köy meydanında bulursun dedi, teşekkür ettim. Kadınların yanına geldiğimizde ortada oturan ve yaşlıca olanı selamımı alıp ayağa kalktı, arabamızın içine bakıp hanıma da hoşgeldin diyerek bizimle konuştu. Kendilerine yaklaştığımızda kadınlar çemberlerinin ucunu ağızlarını kapatacak şekilde çekmişlerdi yüzlerine. Onlardan aldığımız bir telefon numarasına telefon ederek gideceğimiz yere vardık. 25 hayvanı, ekili arazileri, çayır ve yoncalığı bulunan bir küçük işletmeydi burası. Evin erkeği ilkokulu zor bitirmiş, kadın ise üçü erkek biri kız olmak üzere dört çocuk doğurmuş. Büyük oğlan İstanbul’da lokantada çalışıyormuş, küçüğü de Erzurum’da okuyor ancak Tekirdağ’a yatay geçişle gidip İstanbul’da ağabeyinin yanında çalışma düşüncesinde ve 20 yaşında. Kız ise Kur’ân-ı Kerim hâfızesi ve öğrenci okutuyor, dolayısıyla annesine yardımcı olması söz konusu değil. Küçük oğlan ise Ankara’da bir Anadolu Lisesi’ne yerleşme isteğinde. Evin kadını şimdilik erkeği ile birlikte 25 ineği besliyor, sağıyor, sütünü yoğurdunu, tereyağını peynirini tedarik edip satıyor. Çocuklar ise bir an önce köyden çıkıp büyük şehirlerde yaşama ve iş bulma düşüncesindeler. Onlar da yorulurlarsa, bıkarlarsa, bırakırlar ve emekli olurlarsa ya da başka sebeplerle orası da kapanırsa diyerek “ya sonra?” dedim kendi kendime…

Dönüş yolunda köylerin sığırını/nahırını güden genç yaşta sığır çobanı gördüm; tek başınaydı ve elinde sopası, dalında/omuzunda azık çantası, yanında köpeği ile. Bir an kendimi onun yerine koydum, gençliğime gittim, inek güderken üniversite sınavlarına hazırlanmak için aldığım hazırlık kitabının sayfaları arasında kayboldum, gözlerim buğulandı. Bir günü sabahtan akşama kadar acaba nasıl dolduruyordur, canı sıkılmıyor mudur ya da acaba kitap okuyor mudur diye düşündüm. Durup da kendisiyle konuşmadığıma, düşüncelerini öğrenmek için ona sorular sormadığıma ve işinin inceliklerini öğrenmediğime hayıflandım doğrusu. Ancak akşam yaklaşmıştı ve gideceğimiz epey yolumuz vardı. O çobanın da canı sıkılırsa, o da işini bırakıp başka diyarlara giderse ya da o çobana bir şey olursa köylüler ne yapar, inekler ne olur, bizler ne oluruz diye düşünceler bir bir geçti zihnimden ve “ya sonra?” dedim.

Eve gelince bu defa ya anneler çocuklarına ve eşlerine yemek hazırlamazlarsa, hazır ve çoğu da sağlıksız yiyeceklerle beslenmeye başlarlarsa, anneler kokularını evlerine-yuvalarına ve yemeklerine aktaramazlarsa, aile fertlerinin damaklarında ve zihinlerinde kendilerine ait tat ve kokuyu bırakamazlarsa gibi düşüncelerden sonra “ya sonra?” sorusu döküldü dudaklarımdan…

Rahmetli Yıldırım Akbulut’un “Sabile” şarkısı gibi, aç Ajda Pekkan’dan bir “Ya Sonra” şarkısı ve dinle dedim.

Ve

“Geçmiş günleri boş yere yâd etme

Bir gelmemiş an için de feryâd etme

Geçmiş, gelecek masal bütün bunlar hep

Eğlenmene bak ömrünü berbâd etme”

Şiirini seviyorum ve sık da tekrarlıyorum Ömer Hayyam’ın, ancak doğru bulmuyorum.

“Ya Sonra?” sorusuna gönül hoşluğu ve huzuru içinde tatmin edici cevap verebilmemiz ve atalarımızın: “Ne oldum deme, ne olacağım de!” sözünü kendimize düstur edinmemiz dileklerimle Allah’a emanet olun Kıymetli Dostlar.