İlim değil de irfan devşirdiğimiz insanların dizinin dibinde oturmak, onların hâlinde vecd olabilmek, o kaburganın içindeki et parçasını attığını hissetmek, oraya güzel huyları nakşedebilmek, akıldakini hayatımıza takdir edebilmekti bütün mesele. Bir ağabeyimin sözü geldi aklıma "Beni gördüklerimden çok görmediğim insanlar etkiledi." Ne kadar manalı bir sözdü. Bu insanlar yürüdüğü yolu incitmeyen bakışları ile nazar eden, konuştuklarında Allah'tan gayrısını konuşmayan, sükûtlarında çok şeyler gizleyenlerdi. Böyle insanlar yeryüzünde çoktu ve bizim yetişemediğimiz büyük üstad Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri idi.

                Birçok yetiştirdiği talebesi olan, sadece Allah azimüşşan ve Peygamber efendimizin yolunu şiar edilen bir insandı. Bir bakışı ile gönülleri fetih eden zatı muhterem. Nazarla göz teması ile bohem bir hayatı tam tersine döndüren, öyle bir ilahi sevdanın aşkına düşen, i’lâ-yi kelimetullahı aldığı nefesten bile önem arz ettiren kişinin adıydı Necip Fazıl. O anın revnaklığını şu sözlerle atfetmişti “Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız, ruhuma büyük temel çivisi çaktınız.”

                Üstadın dönüm noktasına bakmadan Paris yıllarına baktığımız vakit, Kaldırımlar şairi olarak görebiliriz. Bohem yıllarını, geçmişini şu sözler üzerine devam eder “Benim geçmişim bir çöplüktür, çöplüğü ancak kediler ve köpekler karıştırır.” Öyle nasuh bir tövbe ile tövbe etti ki “30 yıl saatim işlemiş ben durmuşum, gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”

                Bir insanın günahından haberimiz olabilir ama tövbesinden haberimiz olmayabiliyor. Ama üstadın tövbe edişi ve Allah’ın rızasını nasıl kazanırım diye çabalayışı, ülkeyi karış karış gezip ve zerre miktarda ölüm denilen bir gerçeği hiç umursamadan çelik adımlarla gözünü ufka dönüşü, ruhundaki yanışının kelimelere vuruşunun iz düşümlerini, bir davaya dildâde oluşunun vücut bulmuş haliydi.

                Çektiği çileyi “Çile” adlı kitapta zirveye taşıyan, çilesinin aslında bir iç huzurun arayışı olan, bir gönlün dizinin dibinde terbiye olunan, akıl ile hidayete varılamayacağını anlayan, ruhundaki açlığı Allah aşkı ile tamamlayan, herkesi her şeyi arkasına alan “Bu kapıdan kol kanat kırılmadan geçilmez/ Eşten dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.” Diyen bir yoldaştı.

                Kazandığı ve kazanacağı paraları Büyük Doğu adlı çıkarttığı dergiye harcayan, tek kişilik dev kadrosu ile zamanı mekânı fark etmeksizin, yazdığı yazılarda Allah’a ve Resulüne itaat etmeyene, itaat edilmez diye bangır bangır bağıran, bu yolda yağlı urganı boynuna geçirmekten zerre tereddüt etmeyen, ölümü çocukların oyunu gibi gören, ölümlüye bağlanmak değil de ölümsüzlüğe bağlanmanın önemi atfeden “Ne acı kaybetmek için sahiplik!/ ölümlüyü sevmek ne korkulu iş!../ Hayat mı, püf desen kopacak iplik,/ Çıkmaz sokaklarda varılmaz gidiş.”

                Aslında üstadı anlatabilmek naçizane lügatimizdeki ve müktesebatımızda olan sözcük grupları anlatmaya yetmediği gibi, onun yaşamsal döngüsünün bizlere verdiği zevki bile anlayamayız. Yaşadığı zaman mefhumunda bıçak sırtı bir hayat yaşayan, davasında çok eziyetler çeken, zerre davasından dünya menfaatleri için dönmeyen, sadece Allah’ın rızasını kazanabilmek için cansiperane olarak çalışan karanlığın içinde ayın mehtaba vuran kısmıydı üstat. Kimine göre okyanuslarda yelkensiz kalana yelken oldu, kimine dipsiz kuyulara atılanlara ip oldu. Hülasa etmek gerekirse; dava aşkının kelimelerde vücut bulmuş halidir Necip Fazıl.