Kırıkkale'de bir Pazardayız. Beyaz tülbentiyle nur yüzlü bir teyze... Yeşil örme bir kazak, mavi basmadan çiçekli şalvar, şalvarın üzerinden gri etek... Dizler birleşik, birbirine değiyor. Eller ise dizler üzerine kavuşturulmuş. Ayağında siyah lastik ayakkabı... Say ki bütün mahcubiyetiyle gelinlik kız oturuyor kaldırımda. Dudaklar kapalı, gözler kısık, öylece yere serdiği tezgâhının önünde müşteri bekliyor. Bir oturağın üstünde sele içinde siyah zeytin... Poşetler üzerinde üç kalıp peynir... Meyve kasasında kestaneler... Naylon üzerine yayılmış beyaz turplar... Biraz ıspanak, biraz biber... Çokça teslimiyet, tam tevekkül... Şimdi ben böyle bir tezgâhın önünden nasıl kayıtsız geçerim?
Nefsime seslendim.
“Az eğleşelim!“
“Ne oldu?”
“Yok bir şey, gel hele gel.”
“Selamün aleyküm teyzeciğim.”
“Aleyküm selam evladım.”
“Bu kestanelerin hepsi kaç kilo gelir?”
“Üç dört kilo gelir.”
“Bahçenizden mi bunlar?”
“Evet.”
“Kaç lira vereyim bunların hepsine?”
Nefsim söylendi.
“Hepsi çok olur. Kim yiyecek o kadar kestaneyi?”
“Olmaz olmaz, ara ara fırınlar yeriz.”
“Kırk lira verseniz yeter evladım.”
“Peki, buyur teyzeciğim.”
“Hay Allah razı olsun sizden!”
Nefsim “Ispanaklar taze gözüküyor, onu da al bari. Akşama kavurup yoğurtlarız.”
“Canıma minnet... Teyzeciğim, ıspanaklara ne verelim?”
“Ona da üç lira verseniz yeter.”
“Biberleri de katalım, beş olsun.”
“Sizi mi kıracağım, haydi öyle olsun.”
Teyzem bir yandan aldıklarımızı kullanılmış poşetlere yerleştiriyor, bir yandan da kıpır kıpır dua ediyordu.
“Hakkını helal et teyzeciğim. Seni de yorduk.”
“Ne demek evladım, helal olsun, afiyet bal şeker olsun.”
“Haydi kal sağlıcakla!”
“Uğurlar olsun. Allah sizi çocuklarınıza bağışlasın.”
“Âmin teyzeciğim, âmin.”
“Ya işte gördüğün gibi Nefsim, her satıcıdan bir şeyler alırsın da duasını alamazsın.”