Bahar gelmiş. Bu sabah yine yağmur
var. Ilık damlalar dallardan kayarken gıdıkladıkları ağaç da gülüyor. Ağacı
seyreden kuşlar, kuşları seyreden çocuklar, çocukları seyreden anneler,
kadınlarını seyreden babalar, insanlar gülüyor. Kış bitmiş ilkbahar gelmiş, hem
de öyle bitmiş ki kış; sadece yılın bir mevsimi olarak değil bitişi... Karanlık
tüm günler geride kalmış. Salgın hastalık, ölüm, kötülük geride kalmış.
Güneşli günler yakın, o zaman Hatice
ninenin kapının önündeki sedire oturması da yakın, güzel havalarda romatizmasından
her zamankinden daha az şikayet edecek, gülümseyecek de hatta kendisine çay
getiren gelinine. Uzun boylu gelinin adı Sümbül. Üç yıl oldu bu kapıya gelin
olalı. Kaynanasını, romatizmasından sızlanmadığı sürece, sever. Konu,
romatizmaya gelince bulaşığı, çamaşırı bahane edip kaçar yanından. Yanlış
anlaşılmasın ilk zamanlar çok dinledi, hürmetsizlikten değil yani. Aradaki otuz
yaş farktan, yani çok genç; anlayamıyor: Bir insanın her gün nasıl olur da bir
yeri ağrır? Sümbül'ün on dördündeki kara oğlansa sevdalandı sevdalanacak. Bahar
geldi ya hani hakkını vermeli, ne de olsa genç. Hakan adındaki bu oğlan inanılmaz
ama tüm gün Orhan Veli okuyup, "Beni bu havalar mahvetti" şiirini
ezberlemeye çalışır, sınıfındaki kıvırcık saçlı kıza da okuyup kızı etkilemek
için. Hilmi amca vardır bir de sabah simitlerini "Taze bunlar, sıcak sıcak,
çıtır çıtır!" diye satar. Hatice ninenin evinin önünden her geçişinde
birkaç simit bırakır "Yoo der, para istemem Sünbül demli bir çay verse
yeter." Gelin demli çayı getirmeye kalkar. Bütün bunlar bir hayalet gibi
yollarında dolaştığın sokağın insanlarıdır. Senin farkında olduğun ama seni hiç
fark etmeyen sokağın insanları...
Bu güzel bahar gününde hem de
yağmur sonrası yürüyüşe çıktığında bir kedi dolanır ayaklarına, ne kadar tüylüdür
ve ne kadar hırçın... Olsun yine de öpmek istersin onu beyaz tüylü yanağından...
Yaklaştırsın diye kendine eğilip pembe kulak içlerine fısıldarsın "Güzel
kedi, minnoş kedi.." Tırmalar diye ellerini ancak birkaç kez okşarsın
sırtını . Sokağın sonu çayırlığa ulaşır.Kocaman gözleriyle çayırda bir eşek,
selamlar seni "Merhaba!" Cebindeki bir peçete içinde akşam yaptığın
üzümlü kekten artan kırıntılar, seni bir yerlerde bekleyen daha önce görmediğin bir serçenin
nasibi olarak gelirler yanında. Piyanoyla çalınmış bir müziğin korkusuz ve
telaşsız ritmiyle adımlarsın yolları, ne hızlı ne yavaş. Karaçamlar arasından
geçersin ağaçların kokuları ruhuna dolar.
Tüm geçmiş zihninden akıp gider; yok olur umarsızlık. Sağ kaldığın için ve tüm
sevdiklerin de sağ ise delice ırmak ırmak akar kanın... Şükranla yaşayıp
şükranla yürürsün yollarda. Yaşamak renkli bir resim olur yine, hem de
rengarenk...
Peki, şimdi bu resimden güneşi
silelim, yağmuru, ağaçları, kuşları, çocukları silelim... Hatice nine romatizmadan
değil ama günümüzün belası covitten öldü.Simitçi Hilmi de. Kepçeyle yan yana açılan çukurlarda
birbirlerinin varlığından habersiz yatıyorlar ikisi de. Beyaz tüylü hırçın kedi
karşına çıkmasın yürüyüş yolunda, serçeler açlıktan çoktan yitmiş olsun. Çayır
da, koca gözlü eşek de yalan. Yürümekten nefret ediyorsun artık çünkü korku
sarıyor içini. Karaçamların yerinde garip bir çamur deryası var. Orhan Veli'den şiir ezberlemeye çalışan o on
dördündeki oğlana da yazık, aşkın önüne geçen en büyük engele tosladı: YANLIŞ
ZAMAN! Dünyaya geldiği çağ, çok acımasız. Bizim de öyle!
Bu zor günler geçtikten sonra
dünyanın kalanı mı olacağız yok olup gideni mi? Ömrümüzde kaç haylaz yıl, kaç
hasta yıl, yani toplamda kaç yıl var? Bizi ölüm değil belirsizlik, bizi kader
değil ihmal ve bencillik korkutuyor. Hiçbirimiz bu bencilliğin ve ihmalin sebep
olduklarını yaşamayı hak etmedik. Hak
etmediklerimizi yaşamanın acısı da söze dökülemiyor.