Yozgat ili, Sorgun İlçesi, Akocak
Köyü’ne atanan iki öğretmenden biriydim. Bir eylül ayında, bir gün ara ile
göreve başlamıştık. Arkadaşım Adana Kadirli’den Zeki Bey adında biriydi. Sık
sık Kadirli, Kozanlı hikâyelerini anlatır, kimseler gülmese de kendisi katıla
katıla gülerdi. Örf âdetibizim, İç Anadolu yaşantısına uymadığı için köylü ile
biraz ters düşsede, beni kendilerine yakın gördükleri için köylü ile öğretmenin
anlaşmalarına bayağı katkı sağlamıştım.
Ogüne kadar kendi başıma bir çay
demleyip içtiğim, bir yumurta kırıp pişirdiğim görülmemişti. Allah varya arkadaşla lojmanda beraber kalınca
ev işlerinde ortaklaşabir şeyleryapıp geçinip gideriz diye düşünürken,
arkadaşın ev, yemek, bulaşık işlerinde bendende daha kötü olduğunu çok geçmeden
anlamıştım.
Okul lojmanından ayrı evler tutarak
ayrıldık. Evimiz köyün içinde olduğu için köylüler bizimle daha çok
ilgileniyordu. Öğretmen arkadaşımızla evleri ayırınca samimiliğimizartarken, birbirimizi
dahada çok kollar, anlarduruma gelmiştik.
Köyde daha önceleri okul olmadığı
için yaşlı kesimden okuryazar yok denecek kadar azdı. Okuryazar olan birkaç
kişide okul görmediklerini askerde “AliOkulu’nda”
okumayı öğrendiklerini söylerlerdi. Köylü, kıt kanaat imkânlarla yazın
çiftçilikle uğraşırken uzun geçen kış mevsiminde genellikle zamanlarınınbüyük
bir kısmı kahvehanelerde geçiyorlardı.
İki öğretmenbekâr hayatı
yaşadığımız için genellikle okulda olmadığımız zamanlarda kahvehanelerde olur,
bu şekilde de köylülerle daha yakın bulunur, sorunlarını dertlerini ve
sevinçlerini beraber yaşamaya çalışırdık.
Ayda bir kere elimize geçen gazetenin
reklamlarına kadar, birkaç kere okumak, kazaya(şehre) gidip çorba içmek bizim
en büyük lüksümüz olurdu.
O yıllar kırsal kesimde yaşayanlar
için çok zor yıllardı…
Ogün yine okulu paydos edince doğru
Mustafa Amca’nın (Kokulunun) kahvesine gittim. Kahveye girince içerde her günkü gibi olmayan,
anormal bir durum olduğunu sezinledim.
‘’Kargacı Amca’’ beni masasına
davet etti ve çayımı söyledi.
Konuşmaya başladık…
Başka bir masada yabancı birinin
yanına biriken köylüler hayranlıkla ona bakarak, sevgive saygılarında kusur etmeden,
etrafında kümelenmişlerdi.
‘’Kargacı’’ benim o masayı göz
ucumla süzmemi anlamış olacak ki, merakımı gidermek amacıyla:
‘’Hocam, şu gördüğün kişiye’’ Sarı Dede’’ derler. Kızgın nar gibi
maşayı diliyle yalarda bir şeyler olmaz. Bu çok mübarek, Allah’ın sevgili
kuludur. Ona kötü bakarsan, ona inanmazsan, onun hakkında içinden bile kötülük geçirirsen,
hepsini bilir. O gerçekten ulu ve mübarek bir kişidir. Bu köyde kimin başına
hangi kötülük geldi ise hep bu Sarı Dede’ye yanlış yaptıklarından gelmiştir.
’’dedi.
Kargacı Amca’nın anlattığına göre
köyde kim kimi vurduysa, kim nasıl şekilde sakat kaldıysa, kadınlar çocuk
düşürdüyse, evlilikler bozulduysa, köyde hangi kötü gidişat olmuş ise hepsi
Sarı Dede’ye yapılan saygısızlığın sonucunda olmuştu.
İnanılır gibi değildi.
Sağa sola baktım benim söyleyeceklerimi
anlayacak kişi yoktu. Anlasa ’Kargacı’ anlardı oda zaten olayı bana anlatandı.
Ben yinede olmaz böyle uyduruk
şeylere nasıl inanıyorsunuz diyerek sadece Kargacı’nın duyacağı ses tonuyla
isyan ederek oradan ayrıldım.
Köylü beni seviyor, hatta ogüne
kadar beni koruyorlardı. Bu isyan edişimi Sarı Dede’nin yaptıklarına inanmamamı,
nasıl değerlendirirler diye düşünüyordum.
Hatta köyden biri ‘’Bunu Adanalı hoca yapsaydı köylü ona çok
kızar, Sarı Dede yüzünden başına ne gelirse gelsin karışmazdı. Fakat sen
Müslüman çocuğusun senin başına bir şey gelmesini istemeyiz’’ diyede beni
sahipleniyorlardı.
Bende kendilerine teşekkür ederken Zeki
Hoca’nın bilgili kültürlü ve çok iyi bir öğretmen olduğunu, onun kültür yapısındaki
farklılıklardan dolayısöylem ve hareketlerinin onlara ters geldiğini anlatırken
Sarı Dede’nin yaptıklarının olamaz ve imkânsız olduğunu söylüyordum.
Ogün okul çıkışı yine köy kahvesine
uğradım. İçeri girer girmez kahvenin müdavimlerinden bir köylü, ‘’Dede, şu maşayı bir yalada Hocam
gözleriyle görsün herhalde biraz inanmıyormuş’’ dedi.
Sarı Dede lafı ikiletmeden kalktı
maşayı meşe ağacının yandığı sobaya soktu. Köşedeki ‘suluğa’ gidip, takip
ettiğim kadarıyla normal olmayan bir aptes aldı.
Kendisine maşayı az ısıtmasını diline bir şey olursa karışmayacağımı
söylediğimde, Sarı Dededâhilherkes gülüştüler.
Nar gibi maşayı alıp yönünü kıbleye
döndü “Ya Allah, ya Pirler”deyip
kızarmış maşayı dili ile dört veya beş kere yaladı.
İnanamadım!!!!
Gözlerim fal taşı gibi açıldı!
Çok şaşırmıştım.
Ne yapacağımı bilemedim. Gözlerimle
gördüm, doğruymuş dedim. Orada olan herkes benim şaşkınlığıma bakıyorlardı.
Ogün den sonrada’ Sarı Dede’ye’
önce inanmadığım için başıma bir şeyler gelir mi diyede korkmaya başlamıştım.
Sarı Dede ertesi yılda yine köye
geldi, on,on beş gün krallar gibi
ağırlandı. Yedi içti köylü bol bol para ve hediyeler verip, uğurladılar.
Yozgat-Sorgun’dan sonra tayinim er öğretmen
olarak Gümüşhane İli Kelkit İlçesi Kabaktepe Köyüne çıkmıştı.
Köyümüz hane olarak çok kalabalıktı.
Köyün erkeklerinin yüzde doksanı Almanya da çalışıyor. Köyün nüfusunu
genellikle kadınlar ve çocuklar oluşturuyordu. O çevrenin Şıh’ı Hacı Nedim Amca
Almanya’daki eniştesinin evini bana para almadan kiraya vermişti.
Hacı Nedim Amca sevilen, sayılan
insanlara yardımcı olmaya çalışan dobra dobra bir kişiliğe sahipti. Allah
rahmet eylesin, beni sever ve de gurbette sahiplenmeye çalışırdı.
Bunların
‘Şıh’ lığının da ta ‘Saraya’ dayanan bir hikâyesi vardı. Bu sülale kızgın taş
tutuyor, hatta bu sülalenin kızı kendi sülalesinden birisine gelin giderse taş
tutması devam ediyor, başka bir sülaleye giderse eli yanıyordu. Bu kısmı bana
biraz mantıksız geldi ama Yozgat’taki Sarı Dede’den ağzım yandığı için burada
temkinli davranmaya çalışıyordum.
Burası’
’Cimini Dede Ocağı’’ idi. En son eli de
H. Nedim Amca aldığı için ocağın sorumlusu ve ‘Şıhı’da kendisi olmuştu.
Türkiye’nin her tarafından akın akın hasta olan insanlar yaralarına merhem
olmak amacıyla Cimini Dede Ocağı’na geliyorlardı. Hatta bir gün sara hastası
olan bir Kırıkkaleli hemşerimiz ta oralara gelmiş, kendisiyle memleket hasreti
gidermiştik.
Buradaki komşum Ali Dayı (Sağır Ali)
demircilik yapıyordu. Demirci dükkânının önünden geçerken bana doğru bakarak
kızartıp dövdüğü nar gibi demirleri dili ile yalıyordu. Benim gitmeyip kendisine baktığımı görünce
adata gösteri şov a döndürerek devam ediyordu. Kendisi işaret diliyle
konuştuğundan birbirimizi tam olarak anlayamıyorduk.
Zihnim iyice karışmıştı.
Allah Allah dedim. Adam da aptes yok
namaz yok, demek ki Sağır Ali Dayı’da erişmiş. Üstü başı kir pasak içinde ama
Allah’ın sevgili kuluymuş dedim.
Akşam olmuş Hacı Nedim Amcanın odasında
oturuyorduk. Misafirler gitmiş her günkü sohbetlere başlamıştık.
Yönümü Nedim Amcaya dönerek:
- Ali Dayı da mı(Sağır Ali) Şıh oldu.
Ben onda bazı kerametler gördüm. Yozgat’ta çalıştığım köye Sarı Dede diye biri
gelirdi nar gibi maşayı yalardı. Bu kerameti gösterdiği için köylüler ona
‘’Şıh’’ derlerdi. Ali Dayının da dükkânının önünden geçerken kızgın nar gibi
maşayı yalarken gördüm.
H. Nedim Amca gözleri büyüdü, şakakları
kızardı maşa yalamanın şıklıkla ne ilgisi var diye bana kızarcasına baktı.
‘’Hocam bak iyi dinle sen muallimsin
dediklerimi çabuk anlarsın’’ diyerek anlatmaya başladı.
-Kızgın
nar gibi demir dil üzerinde kayma yapar. Kızarmış bir demir ısıya doyduğu için
artık ısı almaz dışarıya ısı verir. Isıveren demir yakma özelliğini
kaybetmiştir. Siz birde Yozgat’taki Sarı Dede’ye iyice nar gibi olmadan demiri
dilinize bir sürün deseydiniz, bak o zaman diline vurabiliyor muydu?
Okuryazar olmayan Nedim Amca aslında bana fizikte kural olan
bir derste vermişti. Kendisi birçok yabancı ülkeyi gezmiş sık sık İstanbul’u
anlatırken bir keresinde,
Nedim Amca, ben daha İstanbul’u hiç görmedim, dediğimde.
‘’Yahu sen İstanbul’u görmedinse sana niye öğretmenlik
diploması verdiler. Ben olsam İstanbul’u Avrupa’yı görmeyen hiç kimseyi
öğretmen yapmam. Görmediğiniz yerleri kitaptan okumayla çocuklara nasıl
anlatacaksınız’’ diye de yorum yapmıştı.
Kızgın taştan yanmama kerametinin aslında
herkesin yapabileceği bir iş olduğunu, herhangi bir kerametinin bulunmadığını
da o sülaleden biriyle deşilip sorgulanırken anlaşılmıştı.
Aradan yıllar geçti. Kırıkkale’ye yerleşmiştim
Bir akşamüzeri televizyonu açtığımda Uğur
Dündar’ın ‘’ARENA’’ programı
vardı. Birde ne göreyim, programın konukları Gümüşhane ili Kelkit ilçesi Kabaktepe köyümden H. Nedim ile demirci
ustası Ali Dayı olmaz mı?
Nedim Amca taşı tutarak, Ali Dayıda
maşa yalarken, Uğur Dündar benimde o gösterileri ilk gördüğüm günkü gibi
heyecanla izleyip, anlatırken olmaz, olamaz sesleri her tarafta yankılanıyordu.
Bundan yaklaşık kırk yıl önce
Anadolu’nun bu iki köyünde yaşadığım, bizzat şahit olduğum bu olaylar aslında
komşu köy ve kasabalarda da aynısı hatta fazlaları vardı. Bu yıllarda okuma
yazma oranı çok düşüktü. Ulaşım
imkânları çok kısıtlı olduğundan kahve, köy odası ve halkın toplantı yerlerinde
bire kırk katarak anlatarak insanların hurafelere inanmaları sağlanıyordu. İnanmayanlarda inançsız, komünist, faşist
yakıştırmalarıyla halkın doğru yolu görmeleri engelleniyordu. Bugün bu
çağda bile insanlarımız hala uyutulup doğruları görmeleri engelleniyor. Hala
insanlar Allahtan bir şeyler istemenin yolunun şeyhler ve dervişlerden geçmesi
masalına inanmasıydı.
Demek ki Atatürk
bu ülkeye Cumhuriyeti getirirken dinimizi doğru öğrenip, doğru öğretmemizi
istiyordu. ‘’Türkiye şeyhler ve
dervişler ülkesi olamaz ‘’derken, kendi zamanındaki inançların
yozlaşmasından ve ileride başımıza neler getirebileceğini çok iyi bilmekteydi.
Yakın zamanımızda insanların
inançlarıyla oynayarak devletin ordusunu, silahını, millete nasıl
doğrultulduğunu gördük. Millet olarak bundan çok kötü etkilendik. Bu işi
yapanlarda güzel dinimizi kendilerinin gizli emellerine alet ederek birçok
insanımızı yoldan çıkartarak kendi sinsi, pis amaçlarına alet etmişlerdir.
Şunu artık çok iyi anlamalıyız ki:
Dün bunu yapanlar, H. Nedim Amca ve Ali
Dayı ‘nın kötü niyet ve kandırma amacı gütmeden çevresindekilere iyilik,
güzellik ve yardım amacıyla yapıyorlarken, günümüz Şıhları teknik özellikleri
geliştirerek şahsi rant aracı ve toplumları uyutmanın, geliştirmemenin bir yolu
olarak, bilinçli bir şekilde kullanmaktadırlar.
Elin oğlu bilimde, teknikte, fende
ileri gidip uzay çağını yaşarken bizler hale ‘’Turnanın kanadı suya değdi mi değmedim mi? Saçımın teli görünürse
cennete gider miyim, gitmez miyim?’’ diyerek zaman geçirmekteyiz.
Vahhh bize, vah vah bize!!!.
Ülkemiz üzerinde kötü emeller besleyen
iç ve dış düşmanlarımız güzel dinimizi kötü emellerine alet etmektedirler.
Dinimizde olmayan birçok asılsız şeyleri dinimizde var gibi göstermekteler. Dün
bu işleri yapanların niyeti buydu, yârin de aynı emelleri taşıyacaklarından
kimsenin kuşkusu olmasın.
Mili Eğitim işleri hiçbir cemaat ve özel kişilerin insafına
bırakılmayacak kadar önemlidir. Ülkemizin her yanında, bilimin ışığında, yüzde
yüz milli bir eğitim politikası uygulanmalıdır.
Yoksa ‘’Elin oğlu gider aya, biz kalırız yaya. ’Çünkü’’ Su uyur düşman uyumaz.‘’
İsmail Dursun KUZUCU